21.yüzyıla hükmeden en güçlü silahın, iş-gücü becerileri ve eğitim olduğu (Lester Thurow) belirtiliyor. Bir geçiş süreci yaşadığımız teknolojik gelişmelerdeki ivme ile de açıkça hissedilebiliyor. Sürekli olarak ilanlarla son teknoloji olarak adlandırılan bir bilgisayarı evimize aldığımız andan itibaren eski model bir bilgisayarımız oluyor aslında. O bilgisayarı oluşturan parçaların bir bütün haline gelip, mağazada satışa çıkarıldığı süre içinde, parçaları oluşturan teknoloji yenisini üretmiş olabiliyor. Pentium II’ler çıktığında “uçtuğumuzu” düşünürken bugün Pentium IV’lere 10 yaş grubu “eskidi onlar artık” diyor. Ultrasonografi çekimlerinin bilgisayara, dvd’ye kayıt edilip, doğum fotoğraf ve filmleri internet üzerinden yayınlanan nesil daha iş dünyasına atılmadı. 30 yaş grubunun 10 yaşlarındayken tanıştığı bilgisayar teknolojisine, bu nesil doğduğunda hatta öncesinde tanışıyor. Bu nesil üç yaşında mouse (fare) kullanma becerisini elde etmiş, dört ile altı yaşları arasında herhangi bir oyunu sonuna kadar bitirmiş olabiliyor. On ve onbeş yaşları arasındakiler internet üzerinden arama yapıp, çevrim-içi (online) oyun oynayabiliyor, sanal sohbet yapabiliyor, arama motorlarını kullanarak araştırma yapabiliyor. İstediği grubun şarkılarını internetten indirebiliyor, bunları cep telefonuna aktarabiliyor, cep telefonundan internete bağlanabiliyor, iki parmakla inanılması zor bir beceri ile uzun bir SMS mesajını kısa sürede atabiliyor…
Bu becerileri düşününce teknoloji kullanımında yaş sınırının her geçen süre daha da aşağılara indiği rahatlıkla fark edilebilir. Belki bu beceriler kırk ve üstü yaş grubu için bir beceri sayılabilirken, on – onbeş yaş grubu için günlük yaşam standardı gibi bir şey. Onlar zaten her gün bunları yapıyorlar. Peki, eğitmenler bu neslin gereksinim duyduğu eğitimi onlara nasıl ve ne şekilde verirlerse onları bu becerilerinden en üst seviyede hem kendileri hem de günlük yaşamlarında etkin biçimde yararlanmalarını sağlayabilir? Bu sorunun cevabı sanki okul, sınıf, defter, kitap sayfası ile sınırlanmamalı gibi geliyor bana.
Zaten doğuştan bilgisayar ve teknoloji okur-yazarı olmuş ya da öyle olmaya yatkın bir öğrenciye sınıf ortamı ile sınırlandırılmış bir ortamda öğretmenin vereceği bilgi ile bilgiden bilgi üretimi beklemek mantıksızlık olacaktır. Bu öğrenci ya da birey nesline özgü bir özelliğinden dolayı öğrenmeye fazlasıyla açık hatta aç bile denilebilir. Sürekli bir bilgi arayışı içinde. “Matrix” filmini çoğumuz izlemişizdir. Belki de dönemi, çağı sembolize eden kelime filmdeki kullanılış amacıyla da hafızalara kazınmıştır :”bilgi aranıyor…”. Sürekli bir arayış içinde olan gençlerin de güncel bilgiye rahatlıkla ulaşabilmeleri sağlanmalıdır. İstediği bilgiye rahat ulaşamayan ya da ararken yanlış yollara sapıp sonradan da ilk hedefini kaçıran öğrenciden toplum olarak, eğitmenler olarak, aile olarak hepimiz sorumluyuz.
Öğrenme’nin bir süreç olduğunu ve kendini davranış biçiminde gösterdiği bilimsel bir gerçekliktir. Öğrencinin sürekli arayış içinde olduğu bir dönemde okulun, velinin, toplumun üzerine düşen görev öğrenciye doğru seçimleri yapabilmesi için alternatif yolları olduğu gibi göstermek ve tabi seçimi öğrenciye bırakmaktır. Şu anki eğitim sistemimiz ve toplum yapımız bu seçimi öğrenci adına yapmaktadır. Öğrenciyi bir sınav maratonunun içine sokmak, yetenek ve becerilerini gözetmeksizin o sınava-bu sınava yönelik çalıştırtmak, bunun için öğrencinin sahip olduğu yeteneklerini dahi köreltebilecek kadar sınav merkezli çalıştırtmak, bırakın bilgiden yeni bilgi üreten bir nesil yetiştirmeyi, bunun gerekliliğini dahi sorgulamayan, pasifize edilmiş bireylerden oluşan bir toplumun köklerini daha başlangıçtan atmış oluruz. Eğer biz sorgulayan, araştırmacı, keşfedici, yeniliklere açık, sürekli gelişime inanan ve bilgiden bilgi üreten bireylerden oluşan bir gelecek istiyorsak öğretim kuramlarımızdan toplumsal yaşantımızdaki alışkanlıklarımıza kadar tutum, tavır ve yöntemlerimizi gözden geçirmeliyiz.
Özel Bilfen Okullarında düzenlenen “II.Eğitim Teknolojileri Sempozyum”unda MEB Talim Terbiye kurulu eski başkanı Prof.Dr. Ziya Selçuk açılış konuşmasında “Hayat Bilgisi dersinde öğrenciye ‘Soğuk su içersen hastalanırsın’ diyoruz. Burada doğru olan “hastalanabilirsin” demektir. Öğrenci ben içtim ama hastalanmadım derse ne diyeceksiniz?” dedi. Bu basit cümlenin toplumsal, ekonomik ve eğitsel gibi geniş boyutlarda bağlantıları olduğu rahatlıkla görülebilir. Prof.Dr. Ziya Selçuk aynı konuşmasında Amerika Birleşik Devletlerinde bir haftada talep edilen patent sayısının Türkiye’de bir yılda talep edilenden daha fazla olduğunu belirtti. Bu cümle bizim için bir anlam taşıyorsa, teknoloji satın alan yerine üreten bir toplum özlemi duyuyorsak çağın gerçekleriyle yüzleşmeli, alışkanlıklarımızı gözden geçirmeli ve bir vatandaş, aile ferdi veya eğitmen olarak geleceği birlikte biçimlendirme sorumluluğumuzun bilincinde olmalıyız.
Öğrenenler öğrenemediklerimizi bize satmadan....
Kaynaklar :
• II.Bilfen Eğitim Teknolojileri Sempozyumu : (MEB Talim Terbiye Kurulu eski Başkanı) Prof.Dr.Ziya Selçuk’un açılış konuşması
• Alkan, Cevat : “Eğitim Teknolojisi”, s.62